Edebiyat ve Hayat Üzerine Söyleşiler

Okulumuz değerli akademisyenlerinden Ayşegül Pomakoğlu ile Edebiyat ve Hayat Üzerine Söyleşiler konseptli kısmımızın ilk söyleşisini gerçekleştirdik. Kendisine buradan da yeniden sorularımızı cevapladığı ve bize zaman ayırdığı için teşekkürlerimizi iletiyoruz.

Soru 1: Sizinle bu söyleşimizde “Edebiyat ve Hayat Üzerine Söyleşiler” başlığı altında konuşalım istedik ve bir de aylık temamız duygular olduğu için size bu bağlamda sorular hazırladık. İlk sorumu size sormak istiyorum. “Sizce Edebiyat Nedir?”

Ayşegül Pomakoğlu: Edebiyatın kuramsal çok tanımı var tabii ki. Ama gündelik hayatın içinden bakacak olursak insanların sahip oldukları yaşantıların dışında alternatif yaşantılara göz atabilmesi diyebilirim. Veyahut estetik anlamda ihtiyaç olarak gördüğümüz şeyleri doldurabileceğimiz bir alan da diyebilirim. Bu sadece duygusal anlamda olmayabilir. Bazen sosyolojik anlamda da karşımıza çıkabilir. Örneğin adaleti de orada görmek istiyoruz. Bu aşk da olabiliyor, korku da öfke de.

Soru 2: Peki sizce biz okuduğumuz kitaplarda ve seçtiğimiz şiirlerde kendimizde eksik olan şeyleri mi arıyoruz yoksa tamamen ilgi alanlarımıza göre mi ilerliyoruz?

Ayşegül Pomakoğlu: Bu soru şahsi olarak cevap verebileceğim bir soru. Ben eksik olanı arıyorum. Yani mesleki değil kişisel olarak bir şey okuyacaksam fantastik eserler okumak daha çok hoşuma gidiyor. Çünkü hayatın saf gerçekliği karşısında fantastik kurgunun vermiş olduğu başkalık hissi ve deneyimlenmemişi deneyimleme hissi bana daha cazip geliyor. Ama bu demek değildir ki daha gerçekçi eserlerden hoşlanmıyorum. Bence bu birazcık üslupla da alakalı. Yani kurgusu ile oynanmış kitaplar okumak hoşuma gidiyor. Mesela kronolojisi bozulmuş, aynı anda birçok zihni duyabildiğin modernist ve postmodernist eserler okumayı seviyorum. Şiirde ve romanda o türleri daha cazip buluyorum. Esas sorumuza dönecek olursak bence eksik olanı arıyoruz. Yani tabii ki böyle çok daha bizzat yaşadığımız bizzat tecrübe ettiğimiz şeyleri okuma eyleminde olmuyor muyuz? Oluyoruz. Aynılık hissi oluşturuyor bizde. Benim gibi düşünen insanlar var, benim yaşadıklarımı yaşayan insanlar var hissi ve hem görülmek hem anlaşıldığını bilmek hissi önemli bir şey ama benim edebiyat beklentim biraz bunun dışında kalıyor.

Soru 3: Okuduğunuz kitaplar içerisinde keşke şu eseri de ben yazsaydım dediğiniz bir eser var mıdır?

Ayşegül Pomakoğlu: Ne güzel soru. Aynı zamanda çok zor soru. Çok basmakalıp şeyler var Orhan Pamuk Kara Kitap gibi. Yenilerden gidebiliriz, daha çağdaş eserlerden. Ben mesela şimdi Ömür İklim Demir’i okuyorum. Yeni yazarlardan. Muhtelif Evhamlar Kitabı’nın dili çok hoşuma gitti. Anlattığı olaylara yaklaşımı, sıradan olanı yakalayıp herkesin anlatabileceği gibi ama farklı anlatmaya çalışması, ben yazsaydım böyle yazmak isterdim dedirtti. Daha eskilere gittiğimizde, edebiyatımızda Fatma Aliye’nin kitapları için bunu söyleyebiliriz. Bilge Ulusman hocamızın tavsiyesiyle Safiye Erol okudum son zamanlarda. O da çok hoşuma gitti. Anlatımı, karakter kurgusu gerçekten çok güzel. Herkesin aşina olduğu yazarlardan da Hüseyin Rahmi‘yi çok seviyorum. Hüseyin Rahmi’nin biraz ders veriyormuş gibi olan ama aynı zamanda absürtleşen o üslubu çok hoşuma gidiyor. Firuzan’ı çok seviyorum. Sevim Burak’ı çok seviyorum. Bir sürü şeye gidiyor aklım. Seçmek çok zor açıkçası.

Soru 4: Sizce edebiyatımız Osmanlı’dan günümüze bakacak olursak nerelere evrildi? O dönem biraz daha ağır bir edebiyat vardı. Şimdi ise daha modernist bir edebiyat görüyoruz. Bu konu hakkında neler düşünüyorsunuz?

Ayşegül Pomakoğlu: Biz Osmanlı edebiyatına tek tipmiş gibi ve önyargılarımız ile bakıyoruz ancak o dönemde bugünkünden çok farklı değildi. Yani bugünün modernizmi o zaman da uygulanmaya çalışılıyordu. E tabii şöyle bir fark var ki orada yazılı olan edebiyat tek tip oluyordu. Ama izlerini sürmeye başladığınızda sözlü alanda çok fazla çeşitlilik olduğunu ve bugünün deyimiyle “popüler” olanın yazıya geçirilmediğini görebiliyoruz. Bu yüzden bence o dönem de çeşitliydi ama bize ulaşabilirlik kısmında bazı sıkıntılar yaşadı. Aynı bu zamandaki yayınevlerinin belirlemiş olduğu bazı standartların olması gibi ve bize ulaşan edebiyatın da hep tek tip olması gibi diyebiliriz. Yani bir dönem bakıyorsunuz mesela gençlik edebiyatı ya da postmodernizm patlıyor, böylece edebiyat popülerizmin ve kapitalizmin izinde ilerleyebiliyor. Özellikle 40’lardan ve 50’lerden sonra insanların yaşamında çok şey değişti ve biz de dersimizde bunu göstermeye çalışıyoruz aslında. Yani o kollektif hafıza, birlikte olma ve birlik duygusu ya da insanların birbirlerine duymuş oldukları güven hissi 20.yy’ ın ortalarından tamamen kırılıyor. Böylece bireyde “Ben varım ve ben varsam dünya var.” algısı oluşuyor. Ondan öncesine baktığınızda “Ben bir dünyanın parçasıyım.” algısı var ama o değişmeye başladıkça edebiyatın beklentisi de daha şahsi olan şeylere dönemeye başlıyor. Toplumsallıktan bireyselliğe döndü de diyebiliriz belki. Tabii ki toplumun dertlerini anlatmak noktasında çok belirgin bir kırılma var, bireyin kendinden beklentisi de değişiyor. Yani sorgulamaya başlayan bireyleri daha fazla görmeye başlıyoruz. Günümüzde nerede diyecek olursak bizim toplumumuzda gündelik dertlere gark olma ya da haksızlıklarla mücadele etme noktasında. İnsanlar seslerini bu konularda dikkat çekmek için kullanıyorlar. Öte yandan bu meselelerin aynı oranda baskıyla karşılaştığını görüyoruz. Hani diyoruz ya kutuplaşma diye, bence edebiyatta da bu durum var. Bir kısım bu durumları dillendirmeye karşı hem bireysel hem kollektif açıdan daha yatkın ama aynı şekilde diğer uç da ilerlemeye ve popülerleşmeye devam ediyor. İlk soruya da dönebilir bu. Edebiyat ne? Sanatsal bir beklenti de olabilir ama aynı zamanda araç olarak düşünenler de var ve hep olacak. Bu edebiyatın sanat olarak ele alınması kısmında da konuyu tartışmaya açık hale getiriyor.

Soru 5: Peki sizce edebiyat bir sanat dalı mıdır?

Ayşegül Pomakoğlu: Kesinlikle evet. Yazılarımızda estetik bir şey olmasa onu diğer türlerden ayırmamız çok zor olur. Yani bir gazete haberinden bir romanı ya da bir araştırma kitabından bir öyküyü ayıran bir şey var. Sadece gerçeklik ya da kurguyla çözemeyeceğimiz bir denklem bu. Yani ben son derece gerçek yaşanmış bir olayı da son derece edebi ve kurgusal bir şekilde anlatabilirim. Ama aynı şekilde hiçbir gerçekliği olmayan bir olayı da sanki yaşanmış bir haber metni gibi sunabilirim. Orada belirleyici olan kurgusallık – gerçeklik meselesi değil. Estetik bence oradaki esas faktör. Edebiyatı edebiyat yapan da yine o sanatsal dokunuş.

Soru 6: Temamıza da uygun olarak size biraz da duygular üzerinden sorular yöneltmek istiyorum. Sizce günümüzde duygular edebiyat üzerinden nasıl ifade edilmektedir?

Ayşegül Pomakoğlu: Tam da bu dönemde psikanalizin arz-talep ile gündemde çok yer almasıyla birlikte psikolog yazar romanlarının popüler olması üzerine bu durumla alakalı şeyler görüyoruz ve izliyoruz. Bütün bunlarda gördüğümüz duyguların günümüzde aslında ne kadar ifade edilemediği. Aşk da günümüzde bence net bir şekilde edebi eserlerde karşımıza çıkmıyor. Çünkü insanlar aşkın ne olduğu konusunda eskisi kadar net fikirlere sahip değil. Ya da nefret ne demek gibi. Mesela şimdi düşününce hiç aklıma muhteşem yazılmış bir aşk hikayesi gelmiyor. Hani imkânsız aşk, yasak aşk vesaire hepsini içine katarak düşünüyorum ama yok. Çünkü bu duygunun 18-19. yüzyılda romantizmin zirvesindeyken edebiyat eserlerinde bir tanımı vardı ve bu yüzden eserlerde anlatımları çok güzel görüyorduk. Ama bugün hepsi bir arada yani bugün yaşanan bir aşkı içine ihanet ve nefret koymadan anlatamıyorsun. Günümüz tabiriyle o toksiklik olmadan tanımlayamıyoruz. Bu toksik duygular hayatımızdaki tüm ilişki tanımlarına dahil olmuş durumda ve 100 yıl önce böyle bir şey yoktu. En azından varsa bile bunun kelime olarak adlandırılmış bir karşılığı yoktu. Bugün o ilişkilerin ve duyguların içine başka başka kavramlar girmeye başlıyor. Başka başka tanımlar ekliyoruz. Bununla doğru orantılı olarak da tüm duygular tamamen bir karmaşa içinde veriliyor bence. Yani yalnızlığı anlatacaksa bunun içine başka bir şeyi de ekliyor mesela öfke gibi. Ya da kıskançlığı anlatacak ama bir yandan da bağlılığı içine katmak zorunda kalıyor. Tabi bunların hepsi birer duygu değil ama insanda başka duyguları tetikleyen bir durum söz konusu oluyor. Ve böylece bunlar hep bir arada var olmaya devam ediyor.

Soru 7: Sizce aşka dair yazılanlar ne ölçüde gerçeğe yakın? Fazla mı romantize ediliyor? Eğer öyleyse bir zararı ya da belki yararı olabilir mi toplumumuza?

Ayşegül Pomakoğlu: Bence bunu biraz önceki sorumuzda az da olsa cevapladık. Yani yüz yıl önce biraz romantize ediliyordu ya da idealize ediliyordu çünkü aşkın yazarların kafasında iyi kötü bir tanımı vardı. Ve onun evrensel bir tanım olduğunu düşünüyorlardı. Bu evrensel tanımı birçok şeyle bağdaştırabiliriz. O zamanın ataerkil toplumu, baskın kültürler, onların bakış açısı, ahlak, din gibi etkenleri katarak bir tanım oluşturuyorlardı ve bu tanıma yönelik şeyler yazıyorlardı. Çünkü edebiyat tarihin belli bir noktasında aslında ideal olanı yazmaktı yani yaşananı, olunanı, görüleni değil de olması gerekeni yazıya dökmekti. Ama bence günümüzde bu artık böyle değil yani o ideal olanı yazma tavrını çoktan değiştirdik çünkü insanlığa dair beklentilerimiz, tanımlarımız değişti. Örneğin 2. Dünya savaşı dalgalanmaları ve toplum değerlerinin alt üst olması meselesi Türkiye savaşa dahil olmamasına rağmen bizi de etkiledi. Ve ondan sonra hakikaten gerçeklerimiz değişti. Evrensel doğrulardan vazgeçmek gerekiyormuş. Bunun farkına varıldı. Tek bir doğru yok. Aşk dediğimiz şey herkese farklı ve hatta topluma göre farklı. Şimdi anlatılan çoğu şey de bu bireysel bakış açısının daha kuvvetli olduğunu düşünüyorum. Kimse kimseye yaranmaya çalışmıyor: “Bu bana göre gerçek, bana göre doğru, ve benim doğrumu anlatıyorum, kendi aşkımı anlatıyorum kimse beğenmek zorunda değil“ tavrı var. Bu tavır çok seslilik açısından iyi bir şey.  Farklı ve size hiç uygun olmayan şeyleri görme ve okuma şansınız oluyor. Ama tabii insanların yolunu kaybetmesine de sebep olabiliyor. Orada bir tanım var, başka bir yerde başka bir tanım var ve benim tanımım ne sorusu insanın kafasını bulandırabiliyor. Bu kaos bizi çaresizlik hissine de itiyor olabilir. Çünkü o eski romanları okuduğumuzda her şey ne güzelmiş, ne kadar basit, açık ve netmiş diye düşünüyoruz. Bu netlik de gerekli demek ki. İdeali de anlatan olmalı. Ya da bir grubun idealini anlatan olmalı. Birinin daha ağır basıp diğerini susturmadan var olabilmesi çok zor. Olsa ne güzel olur tabii ki. Biri ideal aşkı anlatsın var olmasa da böyle olabilir diye anlatsın, diğeri de ideal aşk yoktur ve ideal yoktur, farklı farklı aşklar vardır diye anlatsa ideal olan duruma öyle ulaşabiliriz diye düşünüyorum.

Soru 8: Sizce aşkı anlatan en unutulmaz eser veya eserler nelerdir? Tabii ki bu soruyla bağlantılı olarak sizce aşk nedir?

Soru 9: Peki farklı yazın türlerinin aşkı anlatımında farklılıklar oluşturduğunu düşünüyor musunuz?

Question 9: Do you think different literary genres create differences in the portrayal of love?

Ayşegül Pomakoğlu: Hem de çok. Bir romanda anlatılan aşk ile bir öyküde anlatılan aşk aynı olamaz. Kaldı ki bir de şiir var işin içinde. Şiir bambaşka ve başlı başına bir konu. Çünkü çok kısa kelimelerle çağrışım deryası oluşturmak zorundasın. Öyküde bile sana cümle kurduracak alanlar var ve düz bir şekilde ilerleyebiliyorsun o yolu. Ama şiir seni bir taştan bir taşa sıçratıyor. Bu yüzden aşkın şiirde iyi ifade edilebileceğini düşünüyorum. Aynı anda birçok anlama açılmasından dolayı herkesin kendi aşk tanımını bulabileceği bir zemin yaratıyor. Bazen anlamının çok bariz olduğunu düşündüğümüz şiirleri okuduğumuzda bile çok başka duygulara kapılabiliyoruz. Yıllar önce okuduğum bir şiiri şimdi okuyunca bunu çok bariz görebiliyorum. O zaman okuduğumda bambaşka bir tanım yapmışım ve bende bambaşka bir duygu oluşmuş ama şimdi okuduğumda birbiriyle alakası olmayan yeni yeni şeyler görüyorum. Düzyazıda da oluyor bu elbette ama orada daha kısıtlı olduğunu düşünüyorum.

Soru 10: Peki en sevdiğiniz şiir ve şair nedir?

Ayşegül Pomakoğlu: Melih Cevdet Anday çok severim. Mitolojiden aldığı öğeler ve bütün o kelime oyunları çok hoşuma gider. “İkaros’un Ölümü” en sevdiğim şiir ve şiiri diyebilirim. İkaros mitolojik bir figür ama şiirin anlattığı şey sadece mitolojik hikâyenin barındırdığı kibir duygusu değil. Şairin oraya bir sürü şey sıkıştırdığını düşünüyorum.

Soru 11: Sizce şiirin serbest biçimde olması ya da kalıplara tamamen uygun yazılması bir farklılık oluşturur mu? Serbest yazım şekli kullanmak şiiri romana döndürür mü?

Ayşegül Pomakoğlu: Bence oluşturmaz. Orada sadece edebi ya da sanatsal beklentinin bazı şeyleri değiştirdiğini düşünüyorum. Yani kafiyeli, bir nazım formuna sadık kalarak yazılmış bir şiirin içeriğinin o form ya da kalıplara uyma endişesiyle eksildiğini ya da anlatıda bir şeyleri atladığını düşünmüyorum. Soneler ve gazellerde çok derin duyguların o kalıplarla anlatıldığını görüyoruz. Bizim edebiyat ve şiirden beklentimiz İkinci Yeni’den sonra çok değişti. Şiirde kafiye aramanın ya da hece sayılarını tutturmanın zorlayıcı ve kısıtlayıcı bir şey olduğunu düşünen çok. Ama ben kurallı yazan ve buna alışkın olan şairlerin zaten zorlanmadan kafiye ve kalıpları uyguladığını düşünüyorum. Bir de serbest nazımın şöyle olumsuz yönü var herkese şiir yazabileceğini düşündürtür. İşte tam bu noktada şairlik ve şiirden beklentimiz ne, biz neye şiir diyoruz sorusu ortaya çıkıyor. “Şiirde tam olarak ne bulmayı bekliyoruz?” sorusu da edebiyatın tanımına götürüyor bizi. Bir yazıya şiir diyebilmek için mutlaka orada kendi şiir tanımlarımıza uyan bir şey vardır. Bir bakıma yaşanılan dönem de şiirsel olanı tanımlar. Çok fazla dönemle kısıtlanarak düşünmek de doğru değildir gerçi, edebiyatçılar pek sevmez bunu. Ama tür tanımlama noktasında ihtiyacımızın olduğu yadsınamaz bir gerçek.

Soru 12: Peki genele inip sorularımın bitiminde size şunu sormak istiyorum: Okuma alışkanlığı kazanmak isteyen bireylere neler tavsiye edersiniz?

Ayşegül Pomakoğlu: Mutlaka ne okumak istediklerini bulsunlar önce. Bizim eğitim sistemimizin en büyük hatalarından ve insanları kitap okumaktan soğutan etkenlerden biri bu. Elimizde klasik bir reçete var herkese onu veriyoruz. Sorun da o reçetede belli birikim ve beklentiyle okunması gereken kitapların oluşu. O kitapların altından kalkmak için spesifik bir edebi zevk gerekiyor. Herkesin aynı şeyi okumaktan zevk almasını ve klasikleri okuyarak okuma alışkanlığı kazanmasını bekleyemeyiz. Bırakalım istediği neyse onu okur bulsun. Belki okuduğu kitabın çok edebi değeri yok ama bırakalım okusun. Yani okuya okuya bir şekilde o alışkanlığı edinmiş olacak. Ve tabii neyi okumayı sevdiğini bulabilmek için de aynı tür ve tarzda takılı kalmamak gerek. Mesela roman okuyarak başla ama arada şiir de oku. Aynı zamanda tiyatro eserlerine de bir göz at. Belki aradığın bunların birindedir. Alışkanlıklarımızın dışına çıkmadan seveceğimiz diğer türleri keşfedemeyiz ne yazık ki. Ve bu arayışa girmeden, başkalarının önerileriyle ya da çok satanlar listesindeki kitapları alıp okumakla kişi okuma alışkanlığı edinemez. Tabii ki hep aynı türleri okumak da “çok okumak” için bir noktada yararlıdır ama o tek düzeliği kırmak yeni şeyler keşfetmeyi sağlar.

Kaynaklar:

Photo by Patrick Tomasso on Unsplash


İpek Aka

Edebiyat Komitesi Başkanı

Elif Şevval Usta

Edebiyat Yazarı