Felsefeden bahsedildiğinde insanların aklına gelen temel sorulardan biri yaşamın anlamıdır. Bu sorunun filozoflarla ilişkilendirildiğini ve düşünürlerin meşgul olduğu bir soru olarak toplumsal bilincimize yerleşmesinin sebebinin, yaşamın anlamını sorgulamanın acı verici bir süreç olmasıyla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Bu konuyla ilgilenen birçok filozof bulunmaktadır. Ben de bu filozoflardan ikisinin görüşlerini değerlendirmeye ve eleştirmeye, ayrıca bu konudaki kendi görüşlerimi açıklamaya çalışacağım.
Viktor Frankl'ın yaşamın anlamıyla ilgili düşünceleri, toplama kampındaki gözlemleriyle güçlenir. Kampda babasını, annesini, eşini, oğlunu ve kardeşini kaybeder. Theresienstadt'ta eserleri yakılsa ve korkunç kayıplar yaşansa da, bir şekilde yaşama tutunur ve 1959'a kadar eseri en çok satanlar arasına girer. Hem eserinin adı olan hem de kamp mahkumlarının dili arasında dolaşan bir şarkının parçası olan "Her şeye rağmen yaşama evet demek", aslında Frankl'ın bakış açısına dair bilgi sahibi olabilmek için oldukça yeterli bir fikirdir (Frankl, V. E. (2020), s.3). Bir hastasıyla yaptığı konuşmada, Frankl (1946, s.167), intihar girişiminde bulunmuş olan hastasının bu girişimin başarılı olmayışından ne kadar mutlu olduğunu, bir süre sonra sorunlarının aslında bir çözümü olduğunu anladığını ve hayatına anlam verebileceğini fark ettiğini söyler. Frankl bu anlayışın yolu yaşamakan geçer der.
Her şeye rağmen yaşamak. Peki, yaşamayı başardık, anlamı nasıl bulabiliriz? Frankl hayatta anlam bulabilmek için 3 yoldan bahseder. Bir iş yapmak veya bir eser oluşturmak, bir şeye veya birine bağlanmak ve kişisel bir trajediyi ve acıyı kullanarak kabuğundan sıyrılıp anlam arayışının son adımını atmak. (Frankl, 1946, s.170). Acı kaçınılmazdır ve bir kişinin bu değişmez durum karşısında yapabileceği şey nasıl acı çekeceğini belirlemektir (Frankl, 1946, s.172).
Yaşamın anlamına giden yollar kişiden kişiye farklılık gösterir. Bir kişi türü olmadığı gibi, herkes için tek tip bir anlam arayışı da yoktur.
Frankl'ın yaşamın anlamını bulmak için önerdiği üç yolun gerçekten yaşamın anlamını arayanlar için uygulanabilir mantıklı yollar olduğu kanaatindeyim. Kendi içimizde anlam arayışının, duygularımızı birine aktarmanın, bir şeye dönüştürmenin ve yaşadığımız acıyı yaşamın anlamını bulma sürecinde bir adım olarak kullanmanın ve bu acıyı içselleştirmenin mantıklı bir yol olduğunu düşünmekteyim. Frankl'ın ideolojisinde beni düşündüren şey, insanların daima diğerleriyle çevrili olan bir topluluğun parçası oluşudur. Bir kişinin kendi başarısının değerini sadece başkalarının başarısıyla karşılaştırarak takdir edebileceği bir topluluk. Yaşadığımız kapitalist 21. yüzyıl dünyasında, bir şeyde başarılı olmak, birini geride bırakmakla başlar. Bu sebeple insanların saf kabuğuna çekilmesi sınırsız teknolojiye ve sürekli bilgi akışına maruz kaldığımız bir dönemde imkansızdır. Bu durumda, kişisel bir trajediyi başarıya dönüştürmek için kriterlerin neler olacağı konusunda kararsızım.
Yaşamın anlamıyla ilgili fikirlerini tartışacağım diğer filozof ise Sartre'dır. Jean-Paul Sartre, varoluşçuları inanç açısından ikiye ayırır ve kendisini ateist bir varoluşçu olarak tanımlar. Varlığı özünden önce gelen tek varlık olarak insanı gören Sartre, insanın kendi özünü yaratmaktan sorumlu olduğunu ve bu öz-yaratım projesinde alınan kararların tıpkı bütün toplum için kararlar alıyor gibi alınması gerektiğini savunur. İnsanın doğasında belirsizlik vardır ve insanlarla ilgili hiçbir şey önceden belirlenmiş değildir. Buna rağmen, Sartre'ın felsefesi, yaşamın anlamını kendi eylemlerimizle bulmamız gerektiğini söyler. Bir ateist olarak, din veya herhangi bir otorite'nin yaşamın anlamını belirleyemeyeceğini savunur. Sartre (1946), irademizin değerlerin varlığını yarattığı ve seçimlerin her zaman bizim tarafımızdan yapıldığını tartışır. Kötü niyetle - "L'Être et le Néant" Bad Faith kavramı- karar almaktan kaçınmamızı ve karar verme sorumluluğunu reddetmememizi belirtir.
Sartre'ın ideolojisinde tam olarak anlayamadığım şey, özden önce gelen varlığımızda bu özü yaratma fırsatlarının kontrolümüz altında olmamasıdır. Daha net bir şekilde ifade etmek gerekirse, 2 aileyi düşünelim; Hepimiz, maddi açıdan istikrarlı bir ailenin çocuğunun istediği doğrultuda bir yaşam sürmesinin, maddi zorluklar içindeki bir ailenin çocuğunun bunu yapmasından daha kolay olduğuna katılabiliriz. Peki, doğduğu aileyi seçemeyen bu çocuğun, karar almaktan kaçınması tembellik mi, yoksa öğrenmesi gereken bir çaresizlik mi? Frankl'ın belirttiği gibi, acı kaçınılmazdır, ancak acının kaçınılmazlığı, bu acıyı deneyimleyeceğiniz ortamı etkilemez. Ve acıyı deneyimlerken, bazı insanlar için yaşama anlam vermek için başvurulan yollardan birinin din aracılığıyla olmasının normal ve kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Hepimiz beynimizin mahkumuyuz ve bu yalnızlığın kabulunun herkes için kolay olamayabileceğini düşünüyorum. Frankl'ın bahsettiği varoluşçu boşluktan kaçmanın ve bunun tedavisini dinde bulmanın en insanca davranış olduğu kanaatindeyim.
Özetlemek gerekirse, Sartre ve Frankl, yaşamın anlamı konusunda çok uzak felsefeciler değildirler. Her iki yaklaşım da insan kararlarının bir yol haritası çizeceği noktasında birleşmektedir. Acıdan kaçamayabiliriz, doğacağımız dünyayı seçemeyebiliriz, ancak bu hayatta huzura ulaşabilme yeteneğimizin, hayatımızda karar verici merkez olmamızla doğrudan ilişkili olduğunu düşünüyorum. Eminim ki her iki ideoloji de düşünceleriyle mücadele eden insanlara rehberlik edebilir.
Kaynaklar:
- Sartre, J. P. (2007). Existentialism Is A Humanism (C. Macomber, Trans.). In J. Kulka (Ed.),
- Existentialism Is A Humanism (pp. 17-73). New Haven & London: Yale University Press. (Original work published 1946).
- Frankl, V. E. (1985). Man’s search for meaning. Simon and Schuster. The Case For A Tragic Optimism (pp. 17-54)
- The Life of Viktor Frankl. (Accessed 2023, May 26). https://viktorfranklamerica.com/viktor-frankl-bio/
- Photo by Greg Rakozy on Unsplash